"Doğu'nun Limanları"nda Bekleyiş
- Hilal Taşcı
- 4 Nis 2023
- 3 dakikada okunur
Doğu'nun Limanları kitabını tek kelime ile ifade etmek isterseniz nasıl anlatırsınız? diye sorulursa kısaca "Bekleyiş" derdim. Kitabın başından sonuna kadar bana yoğun olarak hissettirdiği duygu "bekleyiş" oldu. Peki değdi mi? Yazımın devamında bu sorunun cevabına değinmiş olacağım.

Amin Maalouf ile tanışmam "Semerkant" kitabı ile oldu. Lübnan doğumlu yazar, Paris'te yaşıyor ve bugün vaktinin çoğunu kitap yazmakla geçirmektedir. Asya ve Akdeniz kültürlerini çok iyi tanıyor ve eserlerinde bunu başarılı bir şekilde kaleme alıyor.
Amin Maalouf, kitabın başkahramanı İsyan'ın trajik öyküsünü anlatıyor. İsyan ile 1976 yılında Paris metrosunda yolları kesişiyor. İsyan, annesi Ermeni olan bir Osmanlı prensidir. Öyküsünün hem anlatıcısı hem de başkahramanıdır. Yazar sorduğu sorularla onu dinleyerek eseri kaleme almıştır. Hatta bunu kitabında şu şekilde dile getirir:
Benim değil bu hikâye, bir başkasının hayatını anlatıyor. Sadece belirsizlik ya da tutarsızlık sezdiğimde el sürdüğüm kendi kelimeleriyle. Her gerçek kadar değeri olan kendi gerçekleriyle (s: 7).
Bana anlattıklarına yalan karışmış mıdır? Bilemiyorum. En azından onun, sevdiği kadının hakkında, karşılaşmaları, şaşkınlıkları, inançları, hayal kırıklıkları hakkında söylediklerinde yanlış yoktur; buna dair kanıt var elimde (s: 7).
Olaylar, tahttan indirilen hükümdarın vefatıyla birlikte kızı İffet'in aklını yitirmesiyle başlar. İffet, babasının ölümüne şahit olur ve yıllar sonra bile o dehşetin acısı ruhunda kalıcı izler bırakır. Tedavi amacıyla çağrılan Kitabdar adlı Acem doktor (aynı zamanda İffet'i seven) onu Adana'daki evine götürür. İffet'i önceden tanır, âşık olur ve bu fırsatla da evlenir. Bir çocukları olur. Doğan çocuk İsyan'ın babası idi. Sıra dışı yetiştirilme tarzı nedeniyle babası asi ruhlu bir karaktere sahiptir. Eğitimini çok farklı hocalardan evde alır. Kitabın asıl kahramanı Kitabdar'dır. Babası onun devrimci bir lider olmasını istemektedir. Fakat o doktor olmayı diler ve okumak için Paris'e gider. Olayların süreci bundan sonra derinleşmektedir.
Ama bir konu var ki, ömrümün sonuna kadar affetmeyeceğim onu, ondan devamlı kaçmamın sebebi de buydu zaten: Beni büyük bir devrimci önder yapma isteği. Her ana babanın oğlu için beslediği saçma sapan hırslardan değildi bu. Bir saplantıydı. Bugün düşününce gülümsüyorum; çocukluğumda, delikanlılığımda ise aynı şey pek nadir güldürmüştür beni. Daha sonra büyüyüp koca adam olduğumda da bir lanet gibi yakamı hiç bırakmadı (s: 38).
Kitapta İsyan'ın Osmanlı prensi babasının en iyi arkadaşının Ermeni olması ve onun için yerini yurdunu terk etmesi; İsyan'ın Müslüman olup evleneceği kadının ise Clara'nın Yahudi olması aslında kitabın vermek istediği mesajı açıkça göstermektedir. İnsanların milliyet, mezhep, din, ırk, dil, cinsiyet, vb. gibi farklı özelliklerine rağmen bir araya gelebileceği ve insan olma payesinde buluşabileceklerini anlatmaya çalışmaktadır.
Kitabın kurgusu ve olayların akışı cidden kendini okutuyor. Fakat sonları benim için hüsranla bitti diyebilirim. İsyan'ın yıllarca kardeşi Salim'in hırsı yüzünden akıl hastanesinde esir edilmesi; dava arkadaşlarından Bertrand, eşi Clara ve kızı Nadya'dan beklediğim kurtarma hamlelerini görememem beni hayal kırıklığına uğrattı. Eğer savaş çıkmasaydı akıl hastanesinden kurtulamayacaktı. Başkahraman ve yakınlarından biraz direniş mücadelesi görmek istedim. Açıkçası uzun yıllar sonra gelen kavuşmayı da hiç adil bulmuyorum. Giden zamanın, yaşanamayanların, bekleyişlerin telafisi nasıl olacak? Cevabını vereyim: Tabi ki olmayacak! Yazımın başında kitabın bana yoğun olarak hissettirdiği duygunun "bekleyiş" olduğunu belirtmiştim. Peki değdi mi? Hayır! Değdiğini düşünmüyorum. Ayrılık acısını yaşatanların bir şekilde bedelini ödemelerini görmek isterdim tıpkı gerçek dünyada beklediğim adalet gibi...
Kaçmak. İsim değiştirmek, dünya değiştirmek. Bana olan şefkatlerinin, aşırı güvenlerinin, vakitsiz hayranlıklarının beni korkuttuğunu, elimi ayağıma dolaştırdığını onlara nasıl anlatabilirdim? Gelecekle ilgili başka planlarım olabileceğini nasıl söyleyebilirdim? Üstelik, inanın bana, mertlikte onlarınkilerden geri kalır yanları yoktu tasarladıklarımın. Babam inatla bana İskender'den Sezar'a, Napolyon'dan, Sun Yat-sen'den Lenin'e ve tabii atamız Kanuni'ye kadar fatihlerin ve büyük devrimcilerin hayatlarını okuturken benim kahramanlarım Pasteur, Freud, Pavlov ve en başta Charcot'ydu... (s. 44).
Öfkeliydim, kendime karşı öfkeliydim. Bana hep böyle olur. Kelimelerin tadını unutacak kadar uzun süre susarım ve birden bent yıkılır, içimde ne varsa, tuttuğum ne varsa boşaltırım, bitmez tükenmez bir gevezelik başlar; daha çenemi kapamadan pişman olmuşumdur bile (s. 55).
Babamla aramdaki fark biraz da buydu. Bazen aynı şeyi düşünürdük, ama ben yanımdaki insanları incitecekse konuşmaktan kaçınırdım. O ise doğru bildiğinden kuşku duymadan bodoslama dalardı...(s. 113).
Bir kurt sadece hayatta kalmak ya da özgürlüğünü kaybetmemek için savaşır. Tehdit edilmediği sürece, gururla, insanın yüreğini titreterek kendi yoluna gider. Kardeşimi daha çok yabanileşmiş köpeklere benzetebilirim. İçinde büyüdükleri evi hem özler hem de ondan nefret ederler. Hayat çizgilerinin özünde hep bir yara vardır. Terk edilmişlik, ihanet ya da nankörlük. Bu yarayla onlar ikinci kez doğarlar; gerisi yalandır (s. 119).
Comments